Green Blue Park: Mavi Yeşil bir Hayal Kırıklığı ..

Tatil ile ilgili çok fazla yazı yazmayı sevmem. Eleştirel olmak gereksizdir. Herkesin beklentileri farklıdır çünkü. Kimi Brunei Sultanı gibi ağırlanmak ister, kimine başını koyacak yer gösterin kâfi. Bu yüzdendir gidip gördüğünüz yerler hakkında okuduğunuz yorumların, istisnasız her seferinde gördüklerinizden, yaşadıklarınızdan farklı olması. “Bu adam da ne rahatsız tipmiş, mis gibi tesis işte. Nesini beğenmemişler?” yorumlarını hemen arkasından yapıştırmanız ..

Fakat bu sefer durum farklı. Öyle ki İstanbul ‘un en yakın tatil merkezlerinden birinden bahsediyoruz. Sayısı bir elin parmakları ile sınırlı tesisler arasında Green Blue Park denen mekân da (önce restoran olarak kurulan, restorancılıktaki büyük başarıları sonucu otelciliğe geçen müessese, ya da tam tersi. O kadar iyiler ki karar vermedim ..) internet denen entellektüel platformda ilk sıralarda yer alıyor. Üstelik göle sıfır (gerçekten sıfır, hatta -1, -2 diyebiliriz, tesisin göle bakan kısımları bakımsızlıktan göl ile birleşmiş durumda) birkaç tesisten bir tanesi. Fiyatları da pek öyle yenilir yutulur cinsten değil. Bu sebeple birkaç cümle etmek istedim .. 

Öncelikle tesisi seçme aşaması gerçekten tam bir kör dövüşü oldu bizim için, çünkü bırakın Green Blue Park ‘ı, Sapanca ‘daki neredeyse hiçbir tesis için tek satır yazı bulamıyorsunuz ki bu beni ürkütmedi de değil .. Her neyse; gözümüzü kararttık ve 1 Mayıs sabahı yola koyulduk. Yaklaşık 2 saatlik bir yoldan sonra Sapanca ‘daydık. Yalnız sanmayın ki tesise ulaştık. Sahil şeridine inebilmeniz için bulmaca çözme yeteneklerinizin gerçekten üst seviyede olması gerekiyor. Özellikle yeni yapılan inşaatlar ve tren yolu sebebiyle sizi hayli zorlayacak bir yolculuğa hazır olun derim. 

Tesiste bir karşılama ritüeli yok. Aslında bakarsanız gün içerisinde görevli birini bulursanız şanslısınız. Bulmaca çözme kabiliyetlerimin de yardımıyla resepsiyonu kısa süre içerisinde buldum. Ufak şirin bir oda. Bir bilgisayar, bir yazıcı, bir de yazar kasa. “Merhaba” diyerek ilk iletişim becerilerimi sergiledikten sonra rezervasyon bilgilerimizi söyleyerek giriş yapmak istediğimizi söyledik. Her otelde olduğu gibi bizden kimliklerimizi isteyen görevli her otelde olmayan bir uygulama ile bizden zaten kimliğimizde yazan bilgileri elimize tutuşturduğu bir forma da yazmamızı söyledi. Türk eğitim sisteminin bize kazandırdığı “sorgulamama” yetilerimizi kullanarak bu isteklerini yerine getirdik. İlginç olan kısım buradan sonra başladı. Otele rezervasyon yapabilmeniz için en azından bir günlük ücreti havale ile tesisin hesabına göndermeniz gerekiyor. Üstüne bir de tesisin “peşin çalışma” gibi bir prensibi var. Kendilerinden o kadar eminler ki, sizin asla tatilinizden vaz geçeceğinizi, herhangi bir memnuniyetsizliğinizin olacağını düşünmüyorlar. Biz iki gün boyunca farklı odalarda kalacağımız için (yer bulamadığımızdan dolayı) oda fiyatı düşük olan meblayı havale ile göndermiştik. Sanırım bu yüzdendir ki oda anahtarını teslim alırken bugüne kadar duyduğum en ilginç soru ile karşılaştım; 

“Siz 2. Günün ücretini ödemişsiniz, bugün kalacağınız odanın ücreti ne olacak?”

Evet yanlış duymadınız, 5 dakika önce tanıştığım kişi, üstün iletişim becerilerimden dolayı olacak ki, cebimdeki paranın hesabını sordu. İrkildim, yalan değil. Gayri ihtiyari “Kaçmıyoruz ya!” deme gereği duydum. Artık kıvılcım ateşlenmişti, yıldızlarımız bu tesisle barışmazdı artık..

Görevli benim bu cevabımdan sonra konuyu çok uzatmadı ve bizi odamıza uğurladı. Eşlik eden kimse yoktu, beklemiyordum da zaten. Çantalarımızı alarak odamıza yöneldik. Oda güzel, şirin bir odaydı yalan yok. Yalnız bize kendi nevresimlerimizi getirmemiz gerektiğini söylememişlerdi (!) Bunu abartmak için söylemiyorum, gerçekten hayatımızda gördüğümüz en kötü nevresimler ile karşılaştık. Çaresiz, gönülsüz, yattık o nevresimlerde ama ne nevresim bizi sevdi, ne de biz onu.

İlk gün kaldığımız oda “DeLuxe” olarak geçen, kelime anlamı”lüks, şatafatlı” demek olan ama anlamına uzaktan bakmakla yetinen bir odaydı. Kabul ediyorum güzel tasarlanmış, gerçekten bir şeyler yapılmak istenmiş bu odada. Tesisin 4 numaralı odası. Ama sanıyorum tasarlayan kişiyi çalışmasının ortasında yaka paça götürmüşler, çalışma yarım kalmış. 

Odada bir buz dolabı vardı; içi boş, hüzünlü bir şekilde çalışıyordu. Dayanamadım, fişini çektim. Acısına son verdim. Şöminede sigara izmaritleri duruyordu. Sanıyorum bir önceki geceden kalma. O ruj izlerini de görmeseydim iyiydi. Aldatılmış hissettim kendimi. Misafirlerimiz vardı odamızda, her yer karınca doluydu. Benim bir şikayetim olmadı, iyi anlaştık onlarla. Umarım siz de iyi anlaşırsınız. Banyo ise ayrı bir macera, gerçekten cesaret istiyor içeri girmek, orada zaman geçirmek. Soğuk, taştan koyu gri duvarlarıyla yaz içinde kışı yaşattı bize.

Odamızda telefon yoktu. Klima vardı odada, kumandası olmayan. Bu klima için servis talep etmek için resepsiyona gittim. Bir bayan karşıladı beni. “Odamızda telefon yok, size nasıl ulaşacağız? diye sorduğumda, gülümseyerek elindeki telefonu gösterdi bana. “Buradan ulaşabilirsiniz” dedi. İnanın şu yazıyı yazarken bile şaşkınlığım geçmiş değil. Çok üstelemedim, tamam dedim. Siz siz olun, bu tesise giderseniz PSTN numarasını cep telefonunuza kaydedin. Tatil sonrası eve döndüğünüzde de arar çay/kahve rica edersiniz.. Neyse klimaya dönersek; hemen bir arkadaşı yönlendireceklerini söylediler. Sanıyorum arkadaş yönünü şaşırdı, 1 gün boyunca bekledik kendisini. Ben umudumu kaybetmedim ama, o arkadaş bir gün gelecek ..

Gelelim işin dinlenme safhasına. Sapanca gerçekten sessiz sakin bir yer. Kafanızı dinleyip şehirden rahatlıkla uzaklaşabilirsiniz. Ama kaldığınız yer sizi yormamalı. Gün boyu Sapanca’da dolaştıktan sonra akşam odamıza gittiğimizde günün verdiği yorgunlukla erkenden yatıp uyumak istedim. Ama ne mümkün! Odaların duvarları o kadar ince ki, yan odadaki küçük çocuğun nefes alış verişlerini bile duyabilirsiniz. Tahmin edersiniz ki bu çocuklar da sadece nefes almıyorlar. Abarttığımı düşünenler, denemesi bedava.

Uykusuz geçen bir gecenin ardından sabah 08:00 ‘de kalkıp güzel bir kahvaltı yaparak tesis ile aramda temiz bir sayfa açmaya karar vermiştim. Yine tek iletişim noktamız olan resepsiyona giderek kahvaltının nerede verildiğini sorduk. “Misafirlerimizin bazıları geç kalktığı için kahvaltı saatini 09:00 ‘a çektik” dedi bize resepsiyondaki görevli. Şaşırdık mı, tabi ki hayır. Çünkü hatalı olan bizdik, bizim geç kalkmamız gerekiyordu. Biz kimiz ki erken kalkma cüretini gösterip kahvaltı yapmak istiyorduk. Çaresiz odamıza dönüp yarım saat kadar son on yıldır ulusal kanallarda bıkmadan usanmadan yayınlanan birkaç diziye baktık. Saat 09:10 gibi kahvaltı salonuna gittik. Güler yüzlü bir bayan karşıladı bizi. Kendimize yer beğendik, oturduk. Oturmaz olaydık .. 

Bildiğiniz her şeyi unutun. Çok basit bir soru soracağım sizlere; evinizde kahvaltı yapmak istiyorsunuz. Saat 09:00 ‘da kahvaltı yapmanız için ne yapmalısınız? Öncesinde gidip çayı demlemeniz, yarım saat önce gidip ekmek almanız, varsa hazırlayacağınız yiyecekler onlarla uğraşmanız vb. işleri halletmeniz gerekir değil mi? Ya da bir yardımcınız varsa o sizler için üstlenecektir bu ulvî görevleri. Burada saat 09:00 tesis çalışanlarının kalkma saatiymiş meğerse, biz anlayamamışız.. kahvaltı ile ilgili tüm hazırlıklar biz salona geldikten sonra başladı. Nereden mi biliyoruz; yaklaşık 1 saat boyunca mutfakta birbirlerine bağıran insanları dinlemek zorunda kaldık. (Masalara neden hala servis gitmedi, sıvı yağ kalmamış nasıl almazsınız, ekmekler eksik, z.yağı ile yumurtaları nasıl yapacaksın, börekleri doğru kızat, vs. vs. mutfakta sürekli bağıran bir kadın vardı) Saat 10:20 gibi masamıza ara sıcaklar geldiğinde biz zaten o zaman kadar gelen malzemeler ile kahvaltımızı tamamlamıştık. O saate kadar kulak misafiri olduğumuz bağırışları da tatlı niyetine saydık. 

Doğruya doğru, gerçekten iyi planlanmış bir kahvaltı sofraları var. Kahvaltı tabağı, peynir, zeytin, bal-kaynak, domates-salatalık, yumurta, sigara böreği, paçanga böreği, patates kızartması .. “Belanı mı istiyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim. Ama benim gibi “iyi” yemek yemeyi seven, yemeğin kalitesini ayırabilen bir damak tadınız varsa size bu kahvaltıdan kaçarak uzaklaşmanızı tavsiye ediyorum.

“Bu da mı gol değil” diyerek kahvaltı salonundan çıktıktan sonra süratle odamıza giderek eşyalarımızı topladık. Bir gece daha kalacak istek kalmamıştı içimizde. Resepsiyona gittik ve çıkış yapmak istediğimizi söyledik. Görevli nazikçe çıkış işlemlerimizi tamamladığını söyledi. Teşekkür ettik ama bir şeyler eksikti. Yapılan alış-verişi belgeleyecek, bundan yüzyıllar önce bulunmuş bir şey. “Fatura” Heyecanla sordum görevliye, yaptığımız ödeme ile ilgili fatura istediğimizi söyledim. Görevlinin bana bakışını tarif edemiyorum malesef. Sanıyorum ilk kez duydu bu tabiri. Bir süre şirin resepsiyondaki bilgisayar, yazıcı ve yazar kasaya baktıktan sonra “Fatura veremeyiz, isterseniz fiş keselim” dedi. Beni tanıyanlar bilir, kılı kırk yarmayı severim. Bu sefer “DUR” dedim içindeki çılgın kalabalığa. Bir an önce oradan ayrılma hissim ağır bastı. Marketten bir şişe su alırmışçasına aldım fişimi ve arkama bakmadan uzaklaştım..

Başta da dedim ya, herkesin beklentisi farklıdır tatilden diye. Tesisi dört duvar olarak görürseniz gerçekten güzel bir yer. Ben sadece yaşadıklarımı anlattım. Anlattım çünkü bu sefer büyüktü kuyruk acım. İstanbullu olanlar bilir – 2 gün de olsa şehirden uzaklaşmak ne demektir, eşinizle, dostunuzla keyifli vakit geçirmek ne demektir bu şehrin insanları için. Her gün yaşanan onca stresin ardından günler öncesinde başlar tatilin heyecanı. İnsanın kursağında kalmaya görsün. İşte tam bu yüzdendir bu yazıyı yazmamın sebebi, aslında yerin kendisi değildir orayı güzel yapan; içindeki insanlardır. Bu sebeptendir ki; değil gölün kıyısında, içinde bile yapsanız bu tesisi, işletmenin kendisidir beklentileri karşılayan. Bu yüzden de kimse çok görmesin yazdıklarımı, çünkü kimse bana geri vermeyecek anlamsızca geçen iki günümü.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SAP ‘ye Giriş

Pazarlama Yönetiminde Değer Kavramı

DHCP Relay Agent Uygulaması